18 Aralık 2018 Salı

#6 O bir tepe, ben bir ova,,


“Eğer yeterince uzun dinlersen, rüzgar sana cevabını taşır” demişlerdi Kırmızı’ya. Öyle ki, geriye dönüp baktığında bütün cevapları, istediğinde değil ihtiyacı olduğunda almıştı. Ve bu hala beklemekte olduğu pek çok sorunun ve ‘sorun’un anahtarlarının bir yerlerde mevcut olduğunun ve zaman içerisinde kendisine teslim edileceğine olan inancını ayakta tutan yegane kanıttı. Örneğin kalbinde oluşan delik konusunda ne yapacağını bilemiyordu. Olayın üzerinden aylar geçmişti. Artık acı duymasa da yolda geçirdiği gecelerde düşüncelerinin bir köşesini ona ayırmaktan alamıyordu. Yol olabildiğine sessiz ve sıradan akıp giderken karşılaştığı tek tük insanlar varlığından habersizmiş gibi yanından geçip gidiyor, geceleri yaktığı kamp ateşini paylaşan diğer yaratıklarla da pek konuşası gelmiyordu Kırmızı’nın. Aklını kurcalayan soruya alacağı cevabın sancılı bekleyişi başlamıştı işte. Geçmiş tecrübelerine dayanarak şu an yapması gereken şey yürümeye devam etmekti. Yürümek ve o lanet işaretleri yorumlamak. Kırmızı, yavaşlamıştı. Yola ilk adım attığı gün ve onu izleyen günlere kıyasla daha az yol kateder olmuştu ve bunun ne Kırmızı’nın yorgunluğuyla ilgisi vardı ne de yola olan tutkusunun muhtemel sönüşüyle. Sıkışıp kaldığı, ilerleyemediği, daireler çizdiği hissiydi sorun. Çünkü Kırmızı, ne kadar yol kat ettiğinden bihaberdi. Güneşin, ayın ve mevsimlerin izini kaybetmemişti belki ama yaradılıştan gelen, insanoğlunu tanrıya yakınsayan adaptasyonun bir yan etkisi vardı. Mücadele az olduğunda ödülü de az olurdu. Bazı durumlarda kör talih cebine hakettiğinden fazla altın koyardı fakat karakter hanesini bu şekilde kandırmak pek mümkün değildi. En azından bu yolda. İsyanı şuydu; Kırmızı yazın sıcağıyla boğuşmamıştı fakat yaz yine de geçmişti. Kışın soğuğuna göğüs germemişti fakat kış da onu umursamamıştı. Sonra bir an için romantik olmayı bıraktı ve mevsimlerin sadece birer enstrüman, bir araç olduğunu düşündü. Kendi iradesi olmayan mevsimler fikri başta Kırmızı’ya garip gelse de yaşadığı gezegendeki onlarca insan için bu zaten normaldi. Kurmalı bir makinede saat yönünde ilerleyen mevsimler fikri Kırmızı’yı karamsarlığa bir adım daha sürükledi. Yerinde saydığı hissi onu bu denli sarmalamışken, güneşin, ayın, mevsimlerin ona aldırmadan geçip gitmesi en son isteyeceği şeydi. Bunun kibiriyle bir ilgisi yoktu. O, kafasına göre cebini doldurup boşaltan kör talih dışında da bir kazanım mekanizması istiyordu. Eğer tanrı onun önüne engel çıkarmadıysa o bunu kendi kendine yapacak kadar da akılsız değildi elbet. Şu da vardı ki içinden çıkamadığı bu problemin, aslında engelin ta kendisi olduğuna inanmayı istedi. Fakat bu sorunun muhtemel çözümünün kazancı Kırmızı’yı tatmin etmezdi. O, ilk insanların sınavını istiyordu. Medeni insanların, edebiyat ve dil ile yaptıklarını değil. Tüm bu isyankar düşünceleri kulağa bela ararmışcasına gelmeye başladığında sustu. Çünkü kelimeler kadar olmasa da öfkeyle yakılmış düşüncelerin de boşlukta peydah olması gibi kötü bir huyu olduğunu bir an için unutmuştu ve aradığı şeyi genellikle bulmasıyla ün yapmış birisinin neyi aradığını bir an etraflıca düşünmesi biraz utanç ve pişmanlık getirdi. Nihayet rüzgarı beklemeye karar verdi. Bugün istemişti ve bugün elde edememesi kendisi bilmese de onun için büyük şanstı. Hem envanteri için, hem karakteri. Kırmızı, aynı yola koyulmuş olmalarını ümit ederek adımlarını hızlandırdı. Daha çalması gereken bir Ay vardı.

2 Ağustos 2018 Perşembe

#5 I think it's strange, you never knew,,

Kırmızı, rüyaya daldı. Rüyasında, başka bir adamın bedenindeydi. Bunun ayrımına varacak herhangi bir belirti yoktu ortada ama biliyordu işte. Aylardan temmuzdu. Karla kaplı ağaçlık bir alanda yavaşça ilerledi. Yaz ortasında üzerine bastığı kardan örtüye şaşırmamıştı. Yazın da kar yağabilirdi. Kırmızı'nın geldiği yerde yaz; haziran,temmuz ve ağustosu kapsayan bir kümeydi. Kimileri ise daha geleneksel bir yaklaşımla sıcak ile ilişkilendirmekten öte kafa yormamaktaydı. Büyüdüğü kasabanın, yılın büyük bir bölümü ne kadar sıcak olduğunu hatırladıkça onlara hak veriyordu. Temmuz'du, ama yaz olmayabilir miydi? Kırmızı, böyle önemsiz konularda kafa patlatırken başına geleceklerden habersizdi. Hava kapalı, tam da sevdiği gibi her an yağmur yağabilecek bir elektrik vardı. Alabildiğine oksijen dolu atmosferi ciğerlerine çekti ağır adımlarla karın üzerinde ayak izlerini bırakırken. Sık ağaçlığın dalları yüzünden karın ıska geçtiği yerlerde irili ufaklı yapraklar ve dal parçaları, çakıllar vardı. Kırmızı, eğilip yerden düzgün şekilli bir dal parçası aldı. Neredeyse pürüzsüz gibiydi ve ucu sivriltilmişti. Yaklaşık yarım santim çapındaydı. Çevresinde hayatını tehdit edebilecek yabani hayvanlar olduğunu sanmıyordu ama yine de yanında tutmaya karar verdi. Güneşin varlığını, ormandaki ağaçların birbirine geçen dalları ve devasa uzunlukları yüzünden gökyüzünü tamamen kapatmasına aldırış etmeden hissedip kucaklıyordu. Öğle vakti olmalıydı. Bulutların arkasında dahi olsa filtrelenmiş sıcaklığı tenine ulaşması unutulmuş bir mucizeydi. Güneş, minnet beklemeden karşılıksız vermekteydi. Çok önceleri sayısız kişiye ilham olan bu metaforu hatırladı. Doğal olmayacak kadar fazla yaprağın saçıldığı bir alanda boş bir tahta bank dikkatini çekti Kırmızı'nın. Derme çatma geniş ve sert dallardan yapılmış çok eski bir görüntüsü vardı. Çevresindekilere göre daha büyük ve daha yaşlı bir ağacın altındaydı. Kırmızı, bankın sol ucuna oturdu ve içinde nereden geldiğini bilmediği ve ne için olduğunu kestiremediği bir umut yeşerdi. Neredeyse aynı anda da bir şüphe. Kırmızı bu duygu seli karşısında şaşkına döndü. Oturduğu tahta parçasının, belki de üzerindeki ağacın büyülü olabileceğini düşündü ilk önce. Kafasını yukarı kaldırdı. Ağaç yaprak dökmekteydi. Biraz erken diye düşündü Kırmızı ve "yaz" bilmecesine kaydı aklı. Yaşamakta olduğu sentetik duyguların arasında bir an kafasını sağa çevirdi ve bankın diğer ucunda bir kadının oturduğunu gördü. Kendisiyle aşağı yukarı aynı yaşlardaydı. Yüzü kendisine dönüktü. Omuzlarına düşen dalgalı siyah saçları vardı. Kırmızı her nasılsa aslında kadının saçlarının daha uzun olduğunu biliyordu. Bir illüzyondu şimdiki zamanda gördüğü. Açık kahverengi gözleri vardı ve Kırmızı yine içgüdüsel olarak biliyordu ki eğer güneş bulutların arasından kendini gösterse yeşile çalacaktı. İnce dudakları, burnunda hızması vardı. Fakat Kırmızı'nın asıl dikkatini çeken kaşlarının arasına yakın alnının ortalarında kratere benzeyen bir çukur vardı. Kadına bu kadar yakın olmasa farkedemeyecek kadar küçüktü. İzi görünce kadını bir yerlerden, belki de geçmiş hayatlarından birinde görmüş olabileceği hissine kapıldı. Objektif beyni ve düşünceleri bunu yalanlasa da tüm iç organlarını çevreleyen sinir sistemi bundan emindi. Kırmızı, yaşatmış olduğu her şey için kadına minnettardı fakat bir de özür borçluydu. Ama bu buluşmanın amacı bu değildi ve belki önemi de yoktu zaten. Geçmiş çoktan yaşanmış ve eğer geri dönülebilse yapılan yanlışlardan elde edilen tecrübeler elde olmadıkça aynı hatalar yeniden yapılacak, ve zaten hata yapmanın bütün amacının da bu tecrübeleri elde etmek olduğunu anlayacaktı. Zaman kadar eski bu lanet çemberi Kırmızı kıramazdı. Onun yerine kadına yaklaştı, yüzünü avuçlarının arasına aldı ve göğsüne, göğüs kafesinin içine sokmaya çalışırcasına öyle uzun, öyle sıkı bastırdı ki gözünü açtığında rüyadan uyandığının anca farkına vardı. Yürümekte olduğu yoldaydı. Göğsünde, kalbinin olduğu yerde yarım santim çapında ince bir delik vardı. Elleri ise kekik kokuyordu.

28 Haziran 2018 Perşembe

#4 Gözün kapalıyken olanlar,,

Kırmızı, yalnızlığını düşündü. Yolda olduğunu kimse bilmiyordu. Daha doğrusu ne için yolda olduğunu. Herkes yürümekteydi. Bazıları koşar adım giderken bazıları engellere takılıp küfürler savurmakla meşguldü. Oysa koşar adım gidenin de yolu engellerle doluydu. "O daha güçlü" dedi engellere takılan. Benim bacaklarım incecik. "O daha akıllı" dedi engellere takılan. Bense bazen nasıl aşacağımı dahi bilemiyorum. "O her şeye sahip" dedi engellere takılan. Koşmasına dahi gerek yok. Anlam veremediği bir şeye daha sinirlenen 'engellere takılan' yoluna geri döndü. 'koşar adım' hakkında söylenen tüm bu sözler doğruydu. Fazlasına da sahipti üstelik. Önüne daha büyük engeller çıkması ümidiyle o da yoluna geri döndü. Kırmızı, bu hikayeyi ilk ne zaman dinlediğini anımsayamıyordu. Kimden dinlediğini de. Bu hikayede bir düalite yoktu.  Olanaklar veya zıtlıklarla da ilgili değildi. Ortada bir adaletsizlik olduğu elbette açıktı. Hayata bakış açısı veya mücadele ile ilgili kıssadan hisse almaktan çok daha fazlasıydı Kırmızı'nın düşündüğü. Hepimizin et,kemik,kan ile bağlı olduğu ve kesin kuralları olan objektif dünyadan çok farklı bir boyut. Öylesine farklı bir dünya ki madalyonun diğer yüzünden çok uzak, objektif dünyanın karşısında bulunmayan, onun zıttı olmayan, belki de hiç var olmayan bir fenomen. 'Sübjektif Evren'. Yalanın, illüzyonun, mutluluğun, acının, güzelliğin ve korkunun düzlemi. Bu düzlem öyle şeffaf ve soyut ki ispatı imkansızdı. Kırmızı, ispat kavramının nesnel dünyadan geldiğini bildiğinden gülümsemeden edemedi. Peki ya gülmek nereye aitti? Duyguların öznel dünyaya ait olduğunu düşündü önce. Fakat somurtkan, huysuz ve robotik objektif dünya da üzerinde hak iddia edebilirdi pekala. Fiziksel gülme eylemi için haklı da olurdu. Peki ya daha fazlası için?  Ne kadar içten olduğunu nasıl ölçecekti? Peki ya ne hissettirdiğini? Nasıl tanımlardı? Tanımlasa bile kelimelerin yetersizliğinin önüne nasıl geçecekti? Kırmızı bir an durdu ve anlamsız sorular sorduğunun farkına vardı. Objektif dünya böyle şeylerle ilgilenmezdi bile. Duyguları ölçemezdi. Belki kıyaslayabilirdi ama ölçemezdi. Dünyanın en güzel şarkısı en çok dinlenendi onun için. Göreceler düzleminde ise sevgilinin sabah soğuğunda kısık ve akortsuz sesiyle sana söylediği o yirmi saniyelik andaydı. Nesnellik bunu anlamlandıramaz, işleyemezdi. Yine de Kırmızı objektiviteye  biraz fazla yüklendiğini hissetti. Halbuki kendisine sorsalar iki evren de onun için eşit derecede öneme sahipti. Ama bu iki evrene de yüzde ellisini verdiğinde hangisinin kuralları altında eylem yaptığını fark edince olayın anlamsızlığını ve içinden asla çıkamayacağını anladı. "Anlamsız". Tam da nesnelliğin, öznelliğin kapısını çalıp yüzüne  söyleyebileceği bir kelime. Kırmızı, yalnızlığını düşünürken nasıl olup da kendini buralarda bulduğunu başta anlamasa da cevabı kendiliğinden vermişti.

30 Mayıs 2018 Çarşamba

#3 Çiçeklerin dağılma eğilimi,,

Yol, olabildiğine düzdü ve yürümesi öylesine rahattı ki yola çıktığından beri ilk defa dikkatini çekti bu. Taşlarla döşeli ve oldukça genişti. Kırmızı, dönüp bir an için arkasına baktı. Artık geldiği yer görünmüyordu. Önünde uçsuz bucaksız bir yol, tepesinde bulutsuz bir gökyüzü vardı. Ne kadar kulak kabartsa da çevresindeki doğanın canlı olduğuna dair en ufak bir belirti yoktu. Daha ilk günlerinde herhangi bir insanla karşılaşacağını zaten düşünmemişti. Fakat tek bir kuşun uçmadığı, ağustos böceği sesinin bile duyulmadığı bu yol ona biraz garip geldi. Yalnızlığa alışıktı alışık olmasına, belki mutlu bile sayabilirdi kendini adım başı selam verip sohbet ikram edenler olmadığı için. Ardından yola çıkma nedenini düşündüğünde böyle şeylere takılmamasını, hatta sorgulamamasını tembih eden öğretileri hatırladı. Her ne kadar taşın üzerinde ilerleyen ayaklarının itici kuvveti 'O'na ulaşma arzusu olsa da aslolanın yol olduğunu biliyordu. Şu an üzerinde yürüdüğü aynı taşlara kendisinden uzun yıllar önce sayısız insan basmıştı. Zaten yolun genişliği de bunu desteklercesine gözüne batıp duruyordu. Kırmızı, kendisini sıradan hissetti. Milyonlarca yıllık evrimin sonucu olan bedeninden tek bir tane yoktu, bunu kabul ediyordu zaten. Kendi ruhunun özgünlüğüne olan inancı, fiziksel bir bedenin eşsiz olup olmamasına bile aldırış etmeyecek seviyedeydi. Yine de sıradan hissetti o an. Acaba kendinden önceki krallar ve peygamberler ve tanrılar ve titanlar da o yoldan geçmiş miydi?  Aynı noktada soluyup aynı taşın üzerinde dinlenmişler miydi? Eğer öyleyse Kırmızı kendisini daha az mı sıradan hissedecekti yoksa daha çok mu? 'O'na ulaştığı sürece bunun bir önemi yoktu onun için. Fakat yol uzundu. Ve her anından keyif almak ya da en azından bunun için çabalamak şu an için onun diniydi. Bir an için yoldan ayrılmak ve tek bir ayak izinin bile bulunmadığı toprakta kendi ayak izlerini bırakma fikri çaktı kafasında. Gideceği yönü bildiği sürece kaybolmayacaktı. Hem hatırı sayılır bir mesafe boyunca yol da epey kıvrımsız ve sıradandı. Yine de cesaret edemedi Kırmızı. Risk alması gereken zamanları elbet olacaktı. Bunun daha yola çıkmadan da farkındaydı. Hayatın, cesurlara torpil geçtiğine inananlardandı o. Fakat budalalıkla olan farkı ayırt edebilecek kadar da dengeye inanmıştı. "Yoldan çıkmak" için ileride epey nedeni olacağına inanıp geniş, taştan ve sıkıcı yolunda ilerlemeye devam etti. Üzerinde yürüdüğü normalitenin  konforlu yolundan ayrılıp çiçeklerle bir olduğu kareyi zihninde canlandırdı. Van Gogh'u düşündü. Kırmızı, böylesi düşüncelere dalmışken kafasının üzerinde biriken bulut kümesini, burnuna damlayan ilk yağmur damlasıyla farketti. Çok sonraları yağmurdan sırılsıklam olduğu bu anı hep katıksız bir mutlulukla hatırlayacaktı. Ne sıradanlık ne de ölüm o andaki ve hayatının her yağmurundaki mutluluğu alamazdı.

13 Mayıs 2018 Pazar

#2 Bir arının dikkat süresi,,

Güneş batmak üzereydi. Yaşamı boyunca tembelliği yüzünden yapmayı ertelediği her şey için kendisini cezalandırmak istercesine saatlerdir yürüyordu. Oysa yürümek, onun severek yaptığı bir eylem, bir hobiydi. Öyleyse buna ceza denebilir miydi? Kendini cezalandırma işini daha sonraya bırakmaya karar verdi. Elbette Kırmızı'yı Kırmızı kadar iyi tanıyacak birileri olacaktı. İşte o zaman kendi özel cehennemini sipariş edebilirdi. Bir an düşündükten sonra acaba böyle birisinin zaten mevcut olup olmadığını merak etti. Tanrı'yı düşündü. Eğer Tanrı, anlattıkları gibi ise bu konunun üzerinde kafa yormaya pek gerek yoktu. Önündeki yol, tam da Tanrı'nın çalışması için mükemmeldi. Milyarlarca olasılık, değişkenler ve sabitler. Sırtımız dönük olduğu için göremediğimiz düzenlemeler ve yapılan hileler. Eğer tanrı anlattıkları gibi ise hepsi mümkündü. 'O' adildir dendiğini hatırlıyordu. Fakat tek bir hayat boyu yapılan gözlemde buna inanacak kadar salak değildi. Eğer buna inanacaksa resmin daha büyük kısmını görmeli, pastadan daha fazla yemeli ve kendisinin diğer partilere de çağrılmasını beklemeliydi. Kimileri 'O' tarafsızdır demişti. Bak işte bunda doğruluk payı var diye düşündü Kırmızı. Çünkü ben de eğer bir maç organize edecek olsaydım tarafsız yönetirdim. Ya da yerime tarafsız birini bulur, en üst locadan izlerdim. Fakat iki seçenekte de bunun bir yarışma olduğunu ilan etmiş oluyordu. Diğer olasılıklara da yer vermek istediğinden bu teorisi üzerinde çok düşünmedi. Daha doğrusu düşünmek istemedi. Çünkü Kırmızı, yarışmaktan yana değildi. 'Hayat bir yarıştır' diyenlere de hak vermişti. Ne de olsa o insanlar da herkes gibi doğadan öğrendiklerini tanrı kelamı olarak yaşamaktaydı. 'İnsan Medeniyeti' nin bugününde ise yeterince karşı tez birikmişti söylenecek. Bazı insanların nasıl da yarışmak zorunda olmadığı; çok az, bazense hiç eforun sana hayati fonksiyonlarını devam ettirmek için yeterli olan enerjiyi vermesinin dünya realitesinde büyük ölçüde doğacağın coğrafya şansına bağlı olduğu bir sır değildi. Fakat biz yine de doğaya bakmayı tercih ettik. Günahlarımızın gerekçesi olarak onu gösterdik. Öldürdük, çaldık, aldattık ve suçu doğaya attık. Dolaylı olarak da kendi doğamıza. Belki de tanrı bu yarışın kurallarını daha açık koymalıydı diye düşündü Kırmızı. Fakat içten içe kendisi de biliyordu ki kurallar gayet açıktı. Eğer en başta 'kurallar' olduğuna inanıyorsanız. Kırmızı bu yarışı kavrayalı çok olmuştu fakat yarışmacıları yargılamamaya son birkaç yıldır başlamıştı. Önceleri bir süre kendi ahlak sistemiyle çatışmış, onu iknaya çabalamıştı. Zaferi çok kolay olmadı. Çünkü iyiyi yargılamamak bebek işiyken ahlaki olarak 'kötü' addedilen eylemleri ve düşünceleri kabullenmek ve bu yarışta her 'iyi' kadar yeri olduğuna ikna olmak zordu. Çünkü her ne kadar kulağa garip gelse de şeytan ile empati yapmak dedikleriydi bu. Kırmızı, yürümeye devam ederken yine kafasının içinde fazla konuştuğunun farkına vardı ve refleks olarak kendini şimdiye verdi. İlk hissettiği, batan güneşin yüzünü nasıl da ısıttığıydı. Eğer bir gün yola çıkacak olsaydı, bunun hep bir gün doğumunda olacağını hayal etmişti. Çünkü böylesi daha şiirsel olurdu. Ne yazık ki bu tam da Kırmızı'nın rakseden tanrısının yapacağı türden bir tezatlıktı. Hatta şu anda bir yerlerde kahkaha attığına emindi. Soluklanmak için bir kayanın üzerine oturdu ve önündeki yola baktı. Yolun ne kadar uzun olduğu hakkında en ufak bir fikri yoktu. Fakat bir şeyden çok emindi. Bir yarışta değildi. Gözlerini kapatıp yüzünü güneşe çevirdi. Isınan yüzündeki tatlı acı hissin tadını çıkardı.

9 Mayıs 2018 Çarşamba

#1 Aaah şu kağıt kokusu,,

Kırmızı, yola adımını atmadan önce son bir kez düşündü. Olayları bu noktaya getiren son bir yılı artık şüphe duymasına izin vermeyecek şekilde açık ve netti. İşaretlere aldırmayan, daha doğrusu böyle "safsata"lara ne ilgisi ne de zamanı olmayan ruhlar bile bir an durup hak verebilirdi. Onun ise bu denli yol göstericilere ihtiyacı yoktu. Yola çıkmak için hiçbir zaman bir nedene ihtiyaç duymadı. Bir neden istediğinde kendi mazeretini kendisi yarattı. Çoğu zaman bunun üzerinde hiç düşünmedi bile. Daha gençken 'düşünmek' onun için önemli bir eylemdi. Kendini keşfettiği ya da kendini keşfettiğini iddia ettiği yıllarda ihtiyacı olan tek aracın, tek silahın bu olduğunu düşünürdü. O kendine has kibri işte en çok bu alanda mesai yaptı. Sahip olduğu bir çok karakteristiği kibrine borçlu olsa da buz dağının hep görünen kısmıydı dünyanın gördüğü. Ve bu da onun için yeterliydi. En azından  o öyle düşünüyordu. Bu konuda yalnız da değildi aslında. Bir miktar egonun sağlıklı olduğunu iddia edenleri dinlediğini anımsıyordu. Düalitenin en hassas terazilerinden biri daha onun için görevini yapmış ve kendini bir dünya gerçeğine daha ikna etmişti. Sübjektif dünyanın sübjektif kararı Kırmızı'nın etine kazınmıştı. Yolda tüm karakteristiklerinin bir kullanımı ya da en azından belirleyici bir rolü olduğuna inanmak istiyordu. İzlediği tüm filmlerde, okuduğu tüm kitaplarda böyle olmamış mıydı? Fakat hayat bir film değildi, hayat sıkıcıydı. Acıyla dolu olup olmadığını insanlarla tartışabilirdi. Loş ışıklı barlarda üçüncü içkiden sonra sunulan kategoriler sınırlıdır. Felsefe, din, politika. Yılların verdiği tecrübeyle fikirlerini savunur ve oy birliğiyle acının varlığının gerekliliği kabul edilir, oturum sonlandırılırdı. Öte yandan hayatın mutlak sıkıcılığı konusunda görüş ayrılıkları yaşanırdı. Masanın çevresindeki her bir ruh,  fikirlerini savunan diğer her bir ruha ait kendi özel dolaplarındaki özel klasörlerini açıp içeriğini tamamen tek taraflı değiştirirdi. Çünkü bu, bir ruh olmanın doğasıydı. Sübjektif dünyanın sübjektif ruhları. "Sıkıcı Hayat" hipotezini savunanları masa hiç de nazik olmayan bir yavaşlıkta sindirirdi. Çünkü böyle bir masada aslolan fikirler veya inanılanlar değil umuttu. Doğruluğun ise bu konuyla hiç mi hiç alakası olamazdı. Çünkü bizler, hayatın sıkıcı olmadığına inananların sıkıcı bir hayatları olmadığına olan inancımıza tutunmuştuk. Ya da en azından tutunmayı umut etmiştik. Her toplantıda masa, politikayı anlamaya bir adım daha yaklaşmış, konuştukları ise politikayı bir adım daha yerin dibine sokmuştu. Ruhlar, "Ben büyüyünce böyle olmayacağım" dediği bireylere yavaşça dönüşürken sürecin verdiği farkındalık,  utanç duygusunu her seferinde kana enjekte etmiş, fakat yıllarca bilinçaltında yer etmiş 'kötü' tohumlar nefes alır gibi filizlenmişti. Ruh 'böyle' olmuştu. Kırmızı, tüm bu tecrübeleri hatırlayıp söz verdiği gibi yaşama hayranlık duydu. Hayat bir film değildi belki ama bu onu bir film tadında yaşamasına engel teşkil etmiyordu. Yola çıkmadan önce böyle düşündüğü için kendisini kucaklayası geldi. Yolculuğun 'sıkıcı' olma ihtimaline karşı kibrini cebine koydu ve yola adımını attı.