30 Mayıs 2018 Çarşamba

#3 Çiçeklerin dağılma eğilimi,,

Yol, olabildiğine düzdü ve yürümesi öylesine rahattı ki yola çıktığından beri ilk defa dikkatini çekti bu. Taşlarla döşeli ve oldukça genişti. Kırmızı, dönüp bir an için arkasına baktı. Artık geldiği yer görünmüyordu. Önünde uçsuz bucaksız bir yol, tepesinde bulutsuz bir gökyüzü vardı. Ne kadar kulak kabartsa da çevresindeki doğanın canlı olduğuna dair en ufak bir belirti yoktu. Daha ilk günlerinde herhangi bir insanla karşılaşacağını zaten düşünmemişti. Fakat tek bir kuşun uçmadığı, ağustos böceği sesinin bile duyulmadığı bu yol ona biraz garip geldi. Yalnızlığa alışıktı alışık olmasına, belki mutlu bile sayabilirdi kendini adım başı selam verip sohbet ikram edenler olmadığı için. Ardından yola çıkma nedenini düşündüğünde böyle şeylere takılmamasını, hatta sorgulamamasını tembih eden öğretileri hatırladı. Her ne kadar taşın üzerinde ilerleyen ayaklarının itici kuvveti 'O'na ulaşma arzusu olsa da aslolanın yol olduğunu biliyordu. Şu an üzerinde yürüdüğü aynı taşlara kendisinden uzun yıllar önce sayısız insan basmıştı. Zaten yolun genişliği de bunu desteklercesine gözüne batıp duruyordu. Kırmızı, kendisini sıradan hissetti. Milyonlarca yıllık evrimin sonucu olan bedeninden tek bir tane yoktu, bunu kabul ediyordu zaten. Kendi ruhunun özgünlüğüne olan inancı, fiziksel bir bedenin eşsiz olup olmamasına bile aldırış etmeyecek seviyedeydi. Yine de sıradan hissetti o an. Acaba kendinden önceki krallar ve peygamberler ve tanrılar ve titanlar da o yoldan geçmiş miydi?  Aynı noktada soluyup aynı taşın üzerinde dinlenmişler miydi? Eğer öyleyse Kırmızı kendisini daha az mı sıradan hissedecekti yoksa daha çok mu? 'O'na ulaştığı sürece bunun bir önemi yoktu onun için. Fakat yol uzundu. Ve her anından keyif almak ya da en azından bunun için çabalamak şu an için onun diniydi. Bir an için yoldan ayrılmak ve tek bir ayak izinin bile bulunmadığı toprakta kendi ayak izlerini bırakma fikri çaktı kafasında. Gideceği yönü bildiği sürece kaybolmayacaktı. Hem hatırı sayılır bir mesafe boyunca yol da epey kıvrımsız ve sıradandı. Yine de cesaret edemedi Kırmızı. Risk alması gereken zamanları elbet olacaktı. Bunun daha yola çıkmadan da farkındaydı. Hayatın, cesurlara torpil geçtiğine inananlardandı o. Fakat budalalıkla olan farkı ayırt edebilecek kadar da dengeye inanmıştı. "Yoldan çıkmak" için ileride epey nedeni olacağına inanıp geniş, taştan ve sıkıcı yolunda ilerlemeye devam etti. Üzerinde yürüdüğü normalitenin  konforlu yolundan ayrılıp çiçeklerle bir olduğu kareyi zihninde canlandırdı. Van Gogh'u düşündü. Kırmızı, böylesi düşüncelere dalmışken kafasının üzerinde biriken bulut kümesini, burnuna damlayan ilk yağmur damlasıyla farketti. Çok sonraları yağmurdan sırılsıklam olduğu bu anı hep katıksız bir mutlulukla hatırlayacaktı. Ne sıradanlık ne de ölüm o andaki ve hayatının her yağmurundaki mutluluğu alamazdı.

13 Mayıs 2018 Pazar

#2 Bir arının dikkat süresi,,

Güneş batmak üzereydi. Yaşamı boyunca tembelliği yüzünden yapmayı ertelediği her şey için kendisini cezalandırmak istercesine saatlerdir yürüyordu. Oysa yürümek, onun severek yaptığı bir eylem, bir hobiydi. Öyleyse buna ceza denebilir miydi? Kendini cezalandırma işini daha sonraya bırakmaya karar verdi. Elbette Kırmızı'yı Kırmızı kadar iyi tanıyacak birileri olacaktı. İşte o zaman kendi özel cehennemini sipariş edebilirdi. Bir an düşündükten sonra acaba böyle birisinin zaten mevcut olup olmadığını merak etti. Tanrı'yı düşündü. Eğer Tanrı, anlattıkları gibi ise bu konunun üzerinde kafa yormaya pek gerek yoktu. Önündeki yol, tam da Tanrı'nın çalışması için mükemmeldi. Milyarlarca olasılık, değişkenler ve sabitler. Sırtımız dönük olduğu için göremediğimiz düzenlemeler ve yapılan hileler. Eğer tanrı anlattıkları gibi ise hepsi mümkündü. 'O' adildir dendiğini hatırlıyordu. Fakat tek bir hayat boyu yapılan gözlemde buna inanacak kadar salak değildi. Eğer buna inanacaksa resmin daha büyük kısmını görmeli, pastadan daha fazla yemeli ve kendisinin diğer partilere de çağrılmasını beklemeliydi. Kimileri 'O' tarafsızdır demişti. Bak işte bunda doğruluk payı var diye düşündü Kırmızı. Çünkü ben de eğer bir maç organize edecek olsaydım tarafsız yönetirdim. Ya da yerime tarafsız birini bulur, en üst locadan izlerdim. Fakat iki seçenekte de bunun bir yarışma olduğunu ilan etmiş oluyordu. Diğer olasılıklara da yer vermek istediğinden bu teorisi üzerinde çok düşünmedi. Daha doğrusu düşünmek istemedi. Çünkü Kırmızı, yarışmaktan yana değildi. 'Hayat bir yarıştır' diyenlere de hak vermişti. Ne de olsa o insanlar da herkes gibi doğadan öğrendiklerini tanrı kelamı olarak yaşamaktaydı. 'İnsan Medeniyeti' nin bugününde ise yeterince karşı tez birikmişti söylenecek. Bazı insanların nasıl da yarışmak zorunda olmadığı; çok az, bazense hiç eforun sana hayati fonksiyonlarını devam ettirmek için yeterli olan enerjiyi vermesinin dünya realitesinde büyük ölçüde doğacağın coğrafya şansına bağlı olduğu bir sır değildi. Fakat biz yine de doğaya bakmayı tercih ettik. Günahlarımızın gerekçesi olarak onu gösterdik. Öldürdük, çaldık, aldattık ve suçu doğaya attık. Dolaylı olarak da kendi doğamıza. Belki de tanrı bu yarışın kurallarını daha açık koymalıydı diye düşündü Kırmızı. Fakat içten içe kendisi de biliyordu ki kurallar gayet açıktı. Eğer en başta 'kurallar' olduğuna inanıyorsanız. Kırmızı bu yarışı kavrayalı çok olmuştu fakat yarışmacıları yargılamamaya son birkaç yıldır başlamıştı. Önceleri bir süre kendi ahlak sistemiyle çatışmış, onu iknaya çabalamıştı. Zaferi çok kolay olmadı. Çünkü iyiyi yargılamamak bebek işiyken ahlaki olarak 'kötü' addedilen eylemleri ve düşünceleri kabullenmek ve bu yarışta her 'iyi' kadar yeri olduğuna ikna olmak zordu. Çünkü her ne kadar kulağa garip gelse de şeytan ile empati yapmak dedikleriydi bu. Kırmızı, yürümeye devam ederken yine kafasının içinde fazla konuştuğunun farkına vardı ve refleks olarak kendini şimdiye verdi. İlk hissettiği, batan güneşin yüzünü nasıl da ısıttığıydı. Eğer bir gün yola çıkacak olsaydı, bunun hep bir gün doğumunda olacağını hayal etmişti. Çünkü böylesi daha şiirsel olurdu. Ne yazık ki bu tam da Kırmızı'nın rakseden tanrısının yapacağı türden bir tezatlıktı. Hatta şu anda bir yerlerde kahkaha attığına emindi. Soluklanmak için bir kayanın üzerine oturdu ve önündeki yola baktı. Yolun ne kadar uzun olduğu hakkında en ufak bir fikri yoktu. Fakat bir şeyden çok emindi. Bir yarışta değildi. Gözlerini kapatıp yüzünü güneşe çevirdi. Isınan yüzündeki tatlı acı hissin tadını çıkardı.

9 Mayıs 2018 Çarşamba

#1 Aaah şu kağıt kokusu,,

Kırmızı, yola adımını atmadan önce son bir kez düşündü. Olayları bu noktaya getiren son bir yılı artık şüphe duymasına izin vermeyecek şekilde açık ve netti. İşaretlere aldırmayan, daha doğrusu böyle "safsata"lara ne ilgisi ne de zamanı olmayan ruhlar bile bir an durup hak verebilirdi. Onun ise bu denli yol göstericilere ihtiyacı yoktu. Yola çıkmak için hiçbir zaman bir nedene ihtiyaç duymadı. Bir neden istediğinde kendi mazeretini kendisi yarattı. Çoğu zaman bunun üzerinde hiç düşünmedi bile. Daha gençken 'düşünmek' onun için önemli bir eylemdi. Kendini keşfettiği ya da kendini keşfettiğini iddia ettiği yıllarda ihtiyacı olan tek aracın, tek silahın bu olduğunu düşünürdü. O kendine has kibri işte en çok bu alanda mesai yaptı. Sahip olduğu bir çok karakteristiği kibrine borçlu olsa da buz dağının hep görünen kısmıydı dünyanın gördüğü. Ve bu da onun için yeterliydi. En azından  o öyle düşünüyordu. Bu konuda yalnız da değildi aslında. Bir miktar egonun sağlıklı olduğunu iddia edenleri dinlediğini anımsıyordu. Düalitenin en hassas terazilerinden biri daha onun için görevini yapmış ve kendini bir dünya gerçeğine daha ikna etmişti. Sübjektif dünyanın sübjektif kararı Kırmızı'nın etine kazınmıştı. Yolda tüm karakteristiklerinin bir kullanımı ya da en azından belirleyici bir rolü olduğuna inanmak istiyordu. İzlediği tüm filmlerde, okuduğu tüm kitaplarda böyle olmamış mıydı? Fakat hayat bir film değildi, hayat sıkıcıydı. Acıyla dolu olup olmadığını insanlarla tartışabilirdi. Loş ışıklı barlarda üçüncü içkiden sonra sunulan kategoriler sınırlıdır. Felsefe, din, politika. Yılların verdiği tecrübeyle fikirlerini savunur ve oy birliğiyle acının varlığının gerekliliği kabul edilir, oturum sonlandırılırdı. Öte yandan hayatın mutlak sıkıcılığı konusunda görüş ayrılıkları yaşanırdı. Masanın çevresindeki her bir ruh,  fikirlerini savunan diğer her bir ruha ait kendi özel dolaplarındaki özel klasörlerini açıp içeriğini tamamen tek taraflı değiştirirdi. Çünkü bu, bir ruh olmanın doğasıydı. Sübjektif dünyanın sübjektif ruhları. "Sıkıcı Hayat" hipotezini savunanları masa hiç de nazik olmayan bir yavaşlıkta sindirirdi. Çünkü böyle bir masada aslolan fikirler veya inanılanlar değil umuttu. Doğruluğun ise bu konuyla hiç mi hiç alakası olamazdı. Çünkü bizler, hayatın sıkıcı olmadığına inananların sıkıcı bir hayatları olmadığına olan inancımıza tutunmuştuk. Ya da en azından tutunmayı umut etmiştik. Her toplantıda masa, politikayı anlamaya bir adım daha yaklaşmış, konuştukları ise politikayı bir adım daha yerin dibine sokmuştu. Ruhlar, "Ben büyüyünce böyle olmayacağım" dediği bireylere yavaşça dönüşürken sürecin verdiği farkındalık,  utanç duygusunu her seferinde kana enjekte etmiş, fakat yıllarca bilinçaltında yer etmiş 'kötü' tohumlar nefes alır gibi filizlenmişti. Ruh 'böyle' olmuştu. Kırmızı, tüm bu tecrübeleri hatırlayıp söz verdiği gibi yaşama hayranlık duydu. Hayat bir film değildi belki ama bu onu bir film tadında yaşamasına engel teşkil etmiyordu. Yola çıkmadan önce böyle düşündüğü için kendisini kucaklayası geldi. Yolculuğun 'sıkıcı' olma ihtimaline karşı kibrini cebine koydu ve yola adımını attı.